3 Haziran 2014 Salı

vesayetinden kurtulmaya kaç gerekli vesait

  -Unutmaya nereden başlanır?

  Her şeyde olduğu gibi unutmaya da bir soruyla başlanır. Evet, unutmaya nereden başlanır? Çoğunlukla sesten, yüzle devam eder bu süreç. Bir süre daha rüyalarda gözükür sessiz olarak.

-Ben bu bahsi kaçırdım
Dönüp dönüp arkamda kalarak-

Zaten bütün bir halde gezemem. Bir parça kendini ileriye atarak devam ederken bir parça da ona –mecbur- bağlı sürükleniyor peşi sıra. Kendi yakamdan tutup kaldırmalıyım kendimi. Bir kadın ne bir kurtarıcı ne de mutluluk kaynağı olabilir yazmalıyım defterime. Devamını da getirmeliyim “Duyumsamalarla yaşayanlar için yanılsamalar sürpriz birer algı olmamalı”

  Bir itirafta bulunmalıyım, herhangi bir defter yok. Sayısı yüzü bulmayan adette teksir kağıdı işimi görür daima. Haliyle dağınımdır. Bu konudan pek şikayetçi olmasam da teksir kağıtlarının azaldığını fark edince son 15 yılda Zonguldak’taki tüm trafik kazalarına üzülmüş kadar olurum. Çok kaza görmekle birlikte çok kazaya da kurban gidiyoruz bir şekilde. Yine de notlarıma dönmeliyim, haliyle odama. Odama ve odamdaki küçük aynaya dair yazdığım nota:

“Varlığımın kimseye güven vermemesi sandığımın aksine beni hafifletmiyor. Odamdaki küçük aynanın artık göremeyeceği silüetlerin belli belirsiz gözlerinde çoktan bir hayal kırıklığına doluşuyorum. Buna müteakiben tüm kadın organizmasından anlık nefretler sonucu oluşturduğum noktaları birleştirince tesadüf olmayarak yine bir kadın silüeti elde ediyorum.”

Peki ne yapmalı bu kadın silüetini? Bir kere unutulmaya başlandı ve artık alelade insanlar kategorisine sokulacak – nefret dahi edilmeden. Şunu da hatırlıyorum istemsiz “Kadınlar, ayrılığın idrak edilmesinden çok kısa süre sonra –olabildiğince kısa sürede- ayrılıkla yüzleşiyor ve kendilerine yüzleşecek yeni yüzler aramaya başlıyor.” Gerçekten böyle olmuş. Olmuş diyorum çünkü kendi şahitliğim bile beni şaşkınlıktan muaf tutmuyor. Halbuki insana şaşırmamak gerek’i düstur edinmiştim kendime. İhtimal vermiyor –en azından bu kadar kısa sürede- olmaz diyordum. Allah’ın beni iddiamdan vurduğu bir başka konu da bu oluyor.

  Gece saat 1.48’de Mecidiyeköy’de halen güneş doğmamışken notlarım ve kafa karışıklığım arasında sendeliyorum. Boşluk ve yoksunluk hali. Kalemi elime almıyorum çünkü zaten elimde:

“Hafıza tekrarlarından ibaretsin”

Devam ederken duraksadım, bu kadar küfrün, argonun içinde hala iyi yazıyor muyum acaba diye düşündüm. Kimin umrundaydı ki hem. Sonra –ilerleyen zamanlarda yırtıp atacağım- yazdığı bir şiiri gördüm panoda. Hemen müdahale ettim kendimce “Denize doğru öldükleri yok bu martıların, hepsi sinsice kendilerini içerimizde katletmekte”
Sikmişim martılarını dedim, hiç sevmem cenabet hayvanı. Ara sıra bayat ekmek atarım o kadar. Unutmaya çalışırken sordum

“Vesayetinden kurtulmaya kaç gerekli vesait”

Elbet cevaplayamaz ancak çukurumuzun başından bizi selamlayabilir kadınlar. Bana öyle geliyor ki bizi bir çukurdan çıkarıp, bir diğerine kadar götürüp atmakla mükellefler. Yine de delip geçmek yerine etrafından dolanmayı seçtim. Fakat artık başka çukurlarla ilgileniyor, belki de kurtardıkları delip geçecek onu. Bunlar temenni değil yalnızca belki’de kalıyor.

  Sendeliyorum hala, nedenini elimde tuttuğum kağıda yazmışım çoktan:

“Hayatın onsuz devam ettiğinden bihaber yalpala dur. Öldüğünü bilsen ilk acı şoku kabuklarını parçalar sen de toplamak için yıllarını verirsin. Bu yoksunluk ilerleyen zamanda ritüele çevirir kendini. Lakin yaşadığını, bir yerlerde birileriyle bir şeyler yaptığını bilmek; durmaksızın devam eden bir dürtme ve acabalar silsilesi. Acaba, acaba, acaba. İlerlediğin yolda sürekli bir kasis hali, sallantıdasın daima.”

Dediğimi tekrar ediyorum, sallantıdayım daima.

 Bu şekilde durmaksızın notları karıştırıyorum. Yıprandığımdan ve bir değil iki tanesi geri gelse bu durumu toparlayamayacağından, elbet sayı arttıkça gelme ihtimalinin artmayacağından ihtimaller haricinde bahsediyorum. Tüm anılarımı ona ikişer üçer kez anlatıp tükettiğimi, Gümüşsuyu’nda adını yazdığım kapının –barikatlar arası- çoktan silindiğini ve daha nicelerini bulup çıkartıyorum şu şiir dahil olmak üzere:

“Aksaray’da uzunca bir yürüyüş
  büyükçe bir karakol
  o karakolun önünde ben
  sana sarılarak feragat ettim kendimden
  seyahat ettim ne zaman ineceğimi bilmeyerek
  vagonları senle yüklü bir trenden

  şimdi benim sana temasım namümkün kılınıyor
  bana ancak tek bir yol kalıyor
  rayların üstünde durarak
  temaşaya veriyorum aklımı
  durmanı değil yavaşlamanı istiyorum ancak
  namümkünün en üst mertebesinde
  paslanıyorum”


-kalbimi değil ritmini söküp atmam gerek

  Kafamda hala birkaç soru var. Bunları sormalıyım çünkü ses çıkarmadıkça içimde kırılmasından bıkkınım. Bunlardan bir tanesi acaba ona da benim adımla seslenir mi büyükçe bir hastane bahçesinde, bir diğeri ise daha büyük bir cevapsızlık manasına gelecek “neden?” sorusu. Yine de kendimce nedenleri notlarım arasında buluyorum:

“Daha önceden de bahsettiği gibi biri bitmeden diğeri başlıyor, içerinde ihanet ve ilgi düşkünlüğü var. Kendini fazlasıyla adıyor ve tam karşılığını alamadığını düşündüğünde savunma mekanizması olarak bunları kullanıyor. Yanlış seçimleri ve geçiştirmeleri onun kaderi. Eğlenmek için yaptığını söylediği şeyler dahi pişmanlıktan öteye gidemiyor. İnatçı ama bunu bir erdem olarak görüp görmediği meçhul. Gemileri yakmak onun için işten bile değil, denizlerin de yanabileceğinden haberi yok. Sanırım aramızdaki düzlemi yani denizi içten içe yaktım, o da gemileri göstere göstere”

Sözlerim herhangi bir kalbi tetiklemeye yetersiz. Artık sorulara ve cevaplara edilgen bir konumdayım.



                                                                      

                                                      “Ama belli ki sonundayız her şeyin
                                                       En sonunda"
                                                                                                                
                                                                                    Edip Cansever