-Unutmaya nereden
başlanır?
Her şeyde olduğu
gibi unutmaya da bir soruyla başlanır. Evet, unutmaya nereden başlanır?
Çoğunlukla sesten, yüzle devam eder bu süreç. Bir süre daha rüyalarda gözükür
sessiz olarak.
-Ben bu bahsi kaçırdım
Dönüp dönüp arkamda kalarak-
Zaten bütün bir halde gezemem. Bir parça kendini ileriye
atarak devam ederken bir parça da ona –mecbur- bağlı sürükleniyor peşi sıra.
Kendi yakamdan tutup kaldırmalıyım kendimi. Bir kadın ne bir kurtarıcı ne de
mutluluk kaynağı olabilir yazmalıyım defterime. Devamını da getirmeliyim
“Duyumsamalarla yaşayanlar için yanılsamalar sürpriz birer algı olmamalı”
Bir itirafta
bulunmalıyım, herhangi bir defter yok. Sayısı yüzü bulmayan adette teksir
kağıdı işimi görür daima. Haliyle dağınımdır. Bu konudan pek şikayetçi olmasam
da teksir kağıtlarının azaldığını fark edince son 15 yılda Zonguldak’taki tüm
trafik kazalarına üzülmüş kadar olurum. Çok kaza görmekle birlikte çok kazaya
da kurban gidiyoruz bir şekilde. Yine de notlarıma dönmeliyim, haliyle odama.
Odama ve odamdaki küçük aynaya dair yazdığım nota:
“Varlığımın kimseye güven vermemesi sandığımın aksine beni
hafifletmiyor. Odamdaki küçük aynanın artık göremeyeceği silüetlerin belli
belirsiz gözlerinde çoktan bir hayal kırıklığına doluşuyorum. Buna müteakiben
tüm kadın organizmasından anlık nefretler sonucu oluşturduğum noktaları
birleştirince tesadüf olmayarak yine bir kadın silüeti elde ediyorum.”
Peki ne yapmalı bu kadın silüetini? Bir kere unutulmaya
başlandı ve artık alelade insanlar kategorisine sokulacak – nefret dahi
edilmeden. Şunu da hatırlıyorum istemsiz “Kadınlar,
ayrılığın idrak edilmesinden çok kısa süre sonra –olabildiğince kısa sürede-
ayrılıkla yüzleşiyor ve kendilerine yüzleşecek yeni yüzler aramaya başlıyor.”
Gerçekten böyle olmuş. Olmuş diyorum çünkü kendi şahitliğim bile beni
şaşkınlıktan muaf tutmuyor. Halbuki insana şaşırmamak gerek’i düstur edinmiştim
kendime. İhtimal vermiyor –en azından bu kadar kısa sürede- olmaz diyordum.
Allah’ın beni iddiamdan vurduğu bir başka konu da bu oluyor.
Gece saat 1.48’de
Mecidiyeköy’de halen güneş doğmamışken notlarım ve kafa karışıklığım arasında
sendeliyorum. Boşluk ve yoksunluk hali. Kalemi elime almıyorum çünkü zaten
elimde:
“Hafıza tekrarlarından ibaretsin”
Devam ederken duraksadım,
bu kadar küfrün, argonun içinde hala iyi yazıyor muyum acaba diye
düşündüm. Kimin umrundaydı ki hem. Sonra –ilerleyen zamanlarda yırtıp atacağım-
yazdığı bir şiiri gördüm panoda. Hemen müdahale ettim kendimce “Denize doğru
öldükleri yok bu martıların, hepsi sinsice kendilerini içerimizde katletmekte”
Sikmişim martılarını dedim, hiç sevmem cenabet hayvanı. Ara
sıra bayat ekmek atarım o kadar. Unutmaya çalışırken sordum
“Vesayetinden kurtulmaya kaç gerekli vesait”
Elbet cevaplayamaz ancak çukurumuzun başından bizi
selamlayabilir kadınlar. Bana öyle geliyor ki bizi bir çukurdan çıkarıp, bir
diğerine kadar götürüp atmakla mükellefler. Yine de delip geçmek yerine
etrafından dolanmayı seçtim. Fakat artık başka çukurlarla ilgileniyor, belki de
kurtardıkları delip geçecek onu. Bunlar temenni değil yalnızca belki’de
kalıyor.
Sendeliyorum hala,
nedenini elimde tuttuğum kağıda yazmışım çoktan:
“Hayatın onsuz devam ettiğinden bihaber yalpala dur.
Öldüğünü bilsen ilk acı şoku kabuklarını parçalar sen de toplamak için
yıllarını verirsin. Bu yoksunluk ilerleyen zamanda ritüele çevirir kendini.
Lakin yaşadığını, bir yerlerde birileriyle bir şeyler yaptığını bilmek;
durmaksızın devam eden bir dürtme ve acabalar silsilesi. Acaba, acaba, acaba.
İlerlediğin yolda sürekli bir kasis hali, sallantıdasın daima.”
Dediğimi tekrar ediyorum, sallantıdayım daima.
Bu şekilde
durmaksızın notları karıştırıyorum. Yıprandığımdan ve bir değil iki tanesi geri
gelse bu durumu toparlayamayacağından, elbet sayı arttıkça gelme ihtimalinin
artmayacağından ihtimaller haricinde bahsediyorum. Tüm anılarımı ona ikişer
üçer kez anlatıp tükettiğimi, Gümüşsuyu’nda adını yazdığım kapının –barikatlar
arası- çoktan silindiğini ve daha nicelerini bulup çıkartıyorum şu şiir dahil
olmak üzere:
“Aksaray’da uzunca bir yürüyüş
büyükçe bir karakol
o karakolun önünde
ben
sana sarılarak
feragat ettim kendimden
seyahat ettim ne
zaman ineceğimi bilmeyerek
vagonları senle
yüklü bir trenden
şimdi benim sana
temasım namümkün kılınıyor
bana ancak tek bir
yol kalıyor
rayların üstünde
durarak
temaşaya veriyorum
aklımı
durmanı değil
yavaşlamanı istiyorum ancak
namümkünün en üst
mertebesinde
paslanıyorum”
-kalbimi değil ritmini söküp atmam gerek
Kafamda hala birkaç
soru var. Bunları sormalıyım çünkü ses çıkarmadıkça içimde kırılmasından
bıkkınım. Bunlardan bir tanesi acaba ona da benim adımla seslenir mi büyükçe
bir hastane bahçesinde, bir diğeri ise daha büyük bir cevapsızlık manasına
gelecek “neden?” sorusu. Yine de kendimce nedenleri notlarım arasında
buluyorum:
“Daha önceden de bahsettiği gibi biri bitmeden diğeri
başlıyor, içerinde ihanet ve ilgi düşkünlüğü var. Kendini fazlasıyla adıyor ve
tam karşılığını alamadığını düşündüğünde savunma mekanizması olarak bunları
kullanıyor. Yanlış seçimleri ve geçiştirmeleri onun kaderi. Eğlenmek için
yaptığını söylediği şeyler dahi pişmanlıktan öteye gidemiyor. İnatçı ama bunu
bir erdem olarak görüp görmediği meçhul. Gemileri yakmak onun için işten bile
değil, denizlerin de yanabileceğinden haberi yok. Sanırım aramızdaki düzlemi
yani denizi içten içe yaktım, o da gemileri göstere göstere”
Sözlerim herhangi bir kalbi tetiklemeye yetersiz. Artık
sorulara ve cevaplara edilgen bir konumdayım.
“Ama belli ki
sonundayız her şeyin
En sonunda"
Edip Cansever
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder