24 Mayıs 2016 Salı

kuşatmalar


   Birinci Kuşatma
 
  İnsan, buruşturulmuş bir kağıt tomarının en içindedir. Kurtuluşunun yegane yolu uyanmak, durumunun farkına varmak, nihayet gerilip kağıtları tek tek açmaktır. O en buruşuk, en içteki, en sıkı kağıt bir şey saklıyor mudur içinde? Bir şeyi ıskalıyoruz: ya o en buruşuk, en içteki, en sıkı kağıt insanın ta kendisiyse? Ya katılmışsa kendi kuşatmasının en iç çeperine? ( Bu kağıtlar bir şeyleri muhafaza etmek için değil, dışarıyı kendilerinden muhafaza etmek için böyle iç içe buruşturulmuştur işte.)  İnsan kuşatmadır kendine.


  Birinci Kuşatmadan Kurtuluş

  -Hareket-
 Vücut fonksiyonlarımda dalgalanma yok. Gözkapaklarımı, parmaklarımı hareket ettirmeme bir engel yok. Buraya nasıl geldiğim dışında hatırlamadığım bir şey yok. Vücudumun herhangi bir yerine yapıştırılmış hatırlatma notları yok. Kan grubumda bir değişiklik yok. Kalkmamam için herhangi bir sebep yok.
 Varlığın olumsuzlanmasıyla harekete geçiyorum. Uyuyan dev bu sefer vertigo, uyanıyor. Sendele, dur. Dikil. İyiyim, henüz. Kafasına tabanca kabzasıyla vurulan adamların neden tereddütsüz bayıldığını anlıyorum, hızlı bir çözüm arayışına giriyorum. Mahallemizin çorbacısı aklıma geliyor, yollanıyorum.


  İkinci Kuşatma

  İnsanın kendine mesken bellediği yer kuşatmadır kendisine. Onu muhafaza eden mekan dışarıyı da muhafaza eder ondan. Çünkü o tüm yapılamamışların acabasıdır. Eylemlerin potansiyelidir her daim. Mekan insan için rahatlığın ve alışkanlığın yeridir. Bu ikisi ve de kendisi toplamda üç gardiyanıdır insanın kendisinin mekan içinde. Bu kuşatmayı aşmak için şüphesiz ilk kağıt açılmalıdır önce. Devamı ancak bir şeyleri arkada bırakabilmeyi göze almakla mümkündür. Kaleler kuşatılır, kaleler de içlerindekini kuşatır.


  İkinci Kuşatmadan Kurtuluş

  -Terk Ediş-
  Seksen altı basamak, çık. Hastane yokuşu, çık. Ev arkada, kalsın. Yalpala, dur. Acil servis sakin, devam. Taksici her zamanki yerinde, devam. Caddede trafik seyrek, devam. Çorba servisi, devam. Her şey kesintisiz, muntazam. Çareye olan inancımı başka şansım yokmuşçasına mercimeğe ve ekmeğe yatırıyorum. O kadar limondan sonra ayrılıp da gelmem gerekiyor. Ayrılıyorum. Eve giden iki yoldan karanlık olan tarafa meyledecekken duruyorum. En yakınımdaki trafik lambası benim için uzun uzun kırmızı yanıyor. Duruyorum. Yaslanıyorum. Kafamı kaldırıyorum. Çeşit çeşit afişler, turizm acentaları , doktorlar, banknotlar, senetler, palavralar. Kırmızının yanına dört tekerlekli bir mavi yanaşıyor.

 (Tanıdım. Bunlar onlar. Bunlar beni Kadıköy’de terörist, Fulya’da hırsız sananlar. Bunlar. Bunlar şimdi beni ne sanıyorlar?)

 Beklediğim sorular silsilesinin ilki geliyor:
 -Hayırdır?
 Geveliyorum. Suçsuz görünmeye çalışmaktan (masum değil) cevap düşünemiyorum.
 -Evim buralarda.
 Arkamı göstererek “ Şuradaki çorbacıya geldim. Eve hangi yoldan dönsem diye düşünüyordum.” dedim. Ben bile tatmin olmamıştım cevabımdan. Onlar da tabii ki. Henüz konuşmayan diğeri arabadan indikten sonra “Pek bir alıcı gözle bakıyordun. Buralarda evler pahalıdır ama.” dedi. “Aynen, pahalı.” derken üstüm çoktan aranmaya başlıyor bile. Yanımda kimlik yok, ezberime güveniyorum. Tüm o GBT’lerden, DNA testlerinden  böyle geçmiştim. O an yapabileceklerim üç alternatif senaryo olarak canlanıyor kafamda:

  
1.  Ani bir hareketle  yakındakinin  kolunu büküp arkasına geç. Tabancasını diğerine doğrult ve eğer hala sakinsen “mors principium est” diye bağır. Yine de daha değil. İptal etme, ertele.

             2. Kaç. Herhangi bir suçun olmasa da kaç. Çünkü ne yaparsanız yapın, kaçsanız veyahut kaçmasanız bile-

Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz

           3. Seri numaranı söyle. Salıverilmeyi bekle.

  Rakamlar sanki bu hayatta bana öğretilen ilk şeylermiş gibi düşünülmeden ve şaşmaz bir kararlılıkla ağzımdan dökülüyor.
 “Tamam temiz, gidebilirsin.”
 Gitmeden evvel şöyle bir bakıyorum yüzlerine, “Kendinin bile ücrasında olan ben nereye gideyim” diyecek oluyorum, demiyorum dilimin ucuna gelen her ne ise.


  Üçüncü Kuşatma

  Kendinizden kurtulsanız ve evden çıksanız bile kuşatmadasınızdır yine de. Özgürlük kavramının en büyük somutlayıcılarından biri olan sokak –ki o bile dikte edecektir yürüyüş ritminizi, çünkü dinamiktir ve alır içine sizi- tutulmuştur kendilerine köşebaşlarını tutmayı iş edinmişlerce. Üniformanın ciddiyeti  vaat eder şiddetin terapisini. Bunlar görünmeyen duvarlardır(henüz) – ve de hareketli. Kaçacak olsanız peşinizdedirler, duracak olsanız ensenizde. Bu; bizim gün geçtikçe hissettiğimiz, giderek opaklaşan, çektikçe içimize ağırlaşan nefesimiz –kuşatmamızdır daimi.


   Üçüncü Kuşatmadan Kurtuluş

 Kurtuluş yok…



14 Mayıs 2016 Cumartesi

uzatılmış bir veda töreni

-kendine ait olmayan şarjörün –tak- yerine oturduğunun sesi bu. Artan pavyon ziyaretleri, bol bahşişler, çoktan seçmeli çerez tabakları. Yadırgama sıfır.

-mahalle araları, hergeleler, iskarpinler. Sokak düğünü dikkatleri köşe başından alıyor. Gölgeler arası bir takas hasıl oluyor. Değiş-tokuş bir.

-yoğun mesailerde akıldan çıkmıyor. Kendini bir an önce eve atsa. Bayat kola talepleri, yapış yapış masada saç telleri. Planlar belli ama tahtada afilli fotoğraflar, krokiler, birbirine bağlanmış kırmızı ipler yok. Film sahnelerini andırmıyor, haliyle replik kaygısı taşımıyor. Kesinlikle erken kalkmak için yatılmayan yataklarda tavanla çarşaf arası aynı sahne defalarca oynatılıyor. Cesaret tedarik edilecek.

-kargo beklemiyor. Gelmesi gerekeni gidip kendi alıyor sofradan. Bet ses yankılanıyor: “bir sabahsız gecede, hasret doldu gönlüme” belinde metal soğukluğu takastan yadigar. Çerez ayıklıyor hala. Üstüne alınmasa şarkıyı kalkacağı yok “uyan, uyan uykudan gönlüm” nakarata eşlik.

-günler peşi sıra geçmekte. Düşündüğü her ne ise yapma dedirtecek tüm şüpheden arınmış vaziyette. Tesadüfü arıyor. Tesadüfün kendi etrafındaki dönüş süresini kısaltmak için oturduğu mahalledeki tüm takvim yapraklarını kopartıyor. Tesadüf kaçınılmaz oluyor böylece.

-parmaklarını silah yapıp ağzına soktuğu gecelerden kalma diş izleri: hayata tutunma belirtisi. Bağcıklarını bağlamadan çıkıyor. Sokakta sonbahar manevraları. Ancak musa’nın zorlanmadan geçebileceği su birikintileri. Artık hep tetikte. Biriyle karşılaşacağını umuyor ama artık o kim bilmiyor.

-masada habersiz ikisi. Tesadüften hazetmeyecekler. Aralarında kendilerini taraf olmaya zorladıkları anlaşma. Emeklerinin karşılığı olarak özgürlüğü isimli saydam anlaşma. Oldukça pürüzlü, defalarca delinmiş bir anlaşma.

-bağcıklar dışarıda ve ıslak. Ama zaman yok. Çünkü bu o. Ondan önce gördüğü bin suratın da sahibi, orada işte bir başka suratla. Duraksar halde. Tam burada durduruyorum sahneyi. Kafasında defalarca canlandırdığı bu sahnede bir an bile duraksamasına tahammülüm yok. Bu andan sonra kontrolü ele alıyorum. Başa sarıp sahneyi tekrar ediyorum:
Bu o. Ondan önce gördüğüm bin suratın da sahibi, orada işte.

(Aklım söyler: sağ elimin suratına doğru aldığı mesafe kimi ilgilendirir?)

(dilim döner: kimseyi!)


-yine de yıllar sonra o sahneyi ve o an sanki onu bir anlığına ele geçiren beni anlatacak. Tetiği çektiği anda patlamayan o adi tabancasını nasıl çok da şaşkın kalmayarak bu sefer kabzasıyla bir şiddet öğesine dönüştürdüğünü ve hatta kendisinin de bir anlığına bir makineye dönüştüğünü anlatacak.

- tesadüfün bile bir işe yaramadığını fark ettiğimde kontrolü ele almıştım, bekleyemezdim. (makine bekletir. Bu onun düsturudur. Herkesin canını en az bir kez yakacak) Uzatılmış bir veda töreni gibiydi her şey. Birilerinin canı mutlaka yanmalıydı.