30 Aralık 2014 Salı

-baştaki masa, masadaki köşe, penceredeki yan
böylece sırtını bir değil iki duvara vermiş bulunuyor
önündeki herkes, her şey gözleri için atlama tahtası
birini çok incelemeden ötekine, ötekine, ötekine
böyle böyle en arkadaki duvara çarpıyor, kalıyor
şimdi üç duvarın da yerini biliyor. dördüncü duvara paralel, işi yok onunla
orta sayılacak yerde aynı duvarlara sahip bir başka katmandan geçiş aracı: merdiven
çıkanları mı daha çok inceliyor inenleri mi bilmiyor
gözünü oradan ayırmıyor değil ama takılmalarına da karşı koymuyor: seyir istenci
içeride izleneceklerin bittiğini düşününce sırtına dayadığı duvarlardan biri yetişiyor: dışarıya açılan bir gözetleme yapısı
ışık camda değil kirde kırılıyor, şikayetsiz yine de
şikayetsizliğe mensup
eğik başlı bir günahkar, hesabını tutmuş, olsun diyor
affedileceğinin bilinciyle şımarıklığa tahammülü yok
giderek büzüşüyor
büzüştükçe kabuğu büyük geliyor
çarptıkça şiddet artıyor, düşmesi gereken mesafe uzuyor
ilk çarpma anı dibe vurmanın ilk kandırmacası aynı zamanda. sert bir yere düşeceğini varsayıyor. kabuğu da sert haliyle. ilk çarpmanın şiddetiyle sekiyor bozuk para gibi. sekmenin etkisiyle yükseliyor: iyi hissetme yanılsaması
pik yaptığını anlamadan bir düşüş daha
belki bir sekme hakkı
nihayet çakılmak ve sabit kalmak refleksi orada-

9 Ekim 2014 Perşembe

Hatırlanacak Rüya



 #Dıt-Dıt, Dıt-Dıt

  En son hatırladığım şey kalkamayacağımı bildiğim halde kurduğum alarmdı, onu kapatıp hatırlamayacağımı bildiğim rüyama dönebilirim.



  Yeterince uyuduktan sonra en son yaptığım şeyin alarm kurmak olmadığını idrar torbamı yoğun şekilde baskıya maruz bırakan çişimin verdiği acıyla anladım. Rahatlamak kaçınılmazdı lakin üst ranzada yatanların üşengeçliğinin fazlasına sahiptim.

  Tam manasıyla kendime gelme sürem saat üzerinde tam sayılarla gösterebileceğim türden değildi. Aç olduğumu ama daha öncesinde bankaya uğramam gerektiğini biliyordum. Bankaya uğrayıp gelmekte sürekli geciken parayı alamazsam açlığa daha uzun süre dayanmam gerekebilir. Karın gurultusu düşünmeyi engelleyen korkunç bir melodidir.

  Nihayet kendimi dışarı attığımda yine tam kararında giyinmediğimi bir camekanın önünde kendime uzun uzun bakarken anladım. Kendi yansımasına uzunca bakan biri kararsızdır. Emin olmayan biri ise çoğu diğer şeyde başarıya ulaşamadığı gibi şıklık konusunda da hüsrana uğrar. Caddeye çıkınca bunu daha iyi fark ettim. Bu sefer salt gardrop zenginliğinin dezavantajı değildi beni giyim konusunda vuran, iklim de etkiliydi. Dışarıda çok zaman geçirmeyeceğim için sorun yoktu, bankadan önce yoldaki herhangi bir büfeye uğramaya karar verdim. Yara bandı ve naneli sakız isteyecektim ki bana göre serin olan havada aşırı terli sırtı ve son düğmesine kadar açılmış tişörtüyle yaşlı bir adam dolaptaki tüm su şişelerini düzensizce elindeki büyük poşete atıyordu. Aynı anda türlü şeylere şaşırmıştım. O yaşlardaki adamların bu tarz şeylerle ince ince uğraştıklarını düşünürdüm hep. Sonra diğer şaşkınlıklarım olan bu havada bu kadar terli olması ve çok fazla su alması şaşkınlıklarımı da bertaraf ettim yaşlı adam suların parasını ödeyip büfeyi terk edene dek.

  Kasada, sıkıldığı her halinden belli olan adam benden daha uzun süre şaşkın kalmış olacak ki “Ne yapacak o kadar suyu acaba?” diye cevabını aslında merak etmediği bir soruyla baş başa bıraktı beni. Herhangi bir sakızı seçtikten sonra yüzüne bakıp “Buruşmaktan korkuyor herhalde.” dedim. Gülümsedi para üstünü uzatırken. Büfeden çıktıktan sonra yara bandını almadığımı hatırladım. Ama verdiğim cevaptan sonra yara bandı için geri dönmek, kendimce kazandığım karizmayı harcatırdı. Siktir ettim, bankaya yöneldim.



  Belinde en az on kişiyi cehenneme gönderebilecek bir silah varken, müşterilere form dağıtıp, imzalayacakları yeri göstermek bir güvenlik görevlisine hakaretti benim nazarımda. Bunun bilincinde olup ona hakaret etmem beni germişti fakat o, bu durumdan haberdar olmasa gerek, umursamazdı. Güvenlik görevlisinin iş ahlakı ya da genel manada iş alışkanlığı beni ve en az dokuz kişiyi daha cehennem yolundan azat etmişti. Sıra fişinin nereden alındığını sordum, hiç konuşmadan parmağıyla işaret etti rakamlarla dolu kutuyu. Sıram geçer ya da herhangi bir şey olur korkusuyla birden çok sıra fişi alırdım. Bu sefer de bu alışkanlığımı aksatmadım ve iki adet sıra fişi aldım. Tahmini bekleme süresi 11 dakikaydı, güzel. Ama unuttuğum bir şey vardı, bankanın tahminleri genelde tutmaz. Aşağı yukarı beş dakika bekledikten sonra sıramın yaklaştığını fark ettim, fazladan aldığım sıra fişini herhangi birine vermeyi düşündüm. Genelde yaşlılara veya Beşiktaşlılara pek az durumda da güzel kızlara verirdim fazladan aldığım sıra fişini. Hem güzel hem yaşlı hem Beşiktaşlı bir kıza ise tüm banka hesaplarımı devredebilirdim. Piyango sadece yaşlı olan kadına çıkmıştı. Teşekkür ve Allah razı olsun seremonisini çabuk geçtim. Kırmızı rujunu abartmış olan banka memuruyla iki dakika geçirmek cazip gelmişti o an.
#Ding-Dong
2 numaralı gişe, yeterince yorgun ve garabet banka memuru. Dört adım sonra yanında olacaktım. Kafasını kaldırmıştı, gelen müşterisinin kırmızı ruju abartılmış biri olmasını istiyordu belli ki. Hayal kırıklığına uğratacaktım onu, belli olan tek şey buydu. İkinci adımımda fazladan aldığım sıra fişinin ve hayır duasının verdiği huzur azalıyordu. İyilik yaptığımı düşünüyordum, peki bankaya benden sonra gelen adamın hakkını gasp ettiğimi hiç düşünmüş müydüm? Sanırım hayır. Üçüncü adımımda bu konuda biraz fazla düşünüp derine inmeye çalışırsam her hayırda bir şer vardır’dan ying-yang’a uzanan bir takım şeylerin midemi bulandıracağını fark edip bir an önce banka memurunun karşısına çıktım. Beklediğimin aksine yüzünde hayal kırıklığının belirtisi yoktu, bu duruma yıllardır alışmış gibiydi daha çok. Güvenlik görevlisinin belindeki silah onun ellerinde olsa gözlerini kırpmadan beni, fazladan sıra fişi alıp verdiğim yaşlı kadını, yanındaki gişede kırmızı ruju abartılmış olan banka memurunu ve en az yedi kişiyi daha cehenneme gönderirdi. Ama elinde silah yerine benim saçma sapan belgelerim vardı ve işler uzayacağa benziyordu. Bunu fırsat bilip 1 numaralı gişedeki kırmızı ruju abartılmış olan banka memurunu seyre koyuldum. Kırmızı ruju abartılmış olan banka memuru, ölümün ağzından girip tüm vücuduna yayılabileceğinden endişe etmiş olacak ki dudaklarını sıkı sıkıya kapatmıştı. Onu, büfeden çok fazla su alan yaşlı adama, kırmızı ruju abartılmış olan dudaklarının arasından bir ejderha gibi ateş püskürürken hayal ettim, taşlar yerine oturuyordu. Sonrasında büfedeki adamı düşündüm. Tıpkı çok fazla su alan yaşlı adamın arkasından konuştuğu gibi benim arkamdan da başka bir müşteriyle ve hatta onun arkasından da başka bir müşteriyle konuşmuş mudur acaba? Bir önceki müşterisinin arkasından konuşmayan esnaf tanımadım.
-Belgeleriniz hazır, şuraya, şuraya ve şuraya imza atın.
-Pekala, parayı hemen çekebilecek miyim?
-Tabii, bankamatikten yapabilirsiniz işleminizi.
#Ding-Dong-26 numara 2 numaralı gişeye

 Kağıtları imzaladığım gibi uzaklaştım bankanın olağan temposundan. Bankamatiğe yaklaşıp uygun banka kartını bulduktan sonra her kartta aynı olan şifremi tuşladım. Doğa ve ağaçlar için değil, müşterisi olduğum banka kağıt parası vermesin diye fiş istemedim işlemimin sonunda. Önce kartımı, sonra paramı alıp devam ettim yoluma, bu rüyayı hatırlayacağıma emindim.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

*optimistic

genişçe/geniş katmanlar beliriyor
bu bizim düzlemimiz
es geçilmiş kilometretaşları
adımlar alıyorsun, adımlanıyorlar
deneniyor en iyisi en iyisine
denedenedenetakıldüş -toparlanabilir mi-
yine de alçalmakta/alçalmalı

şimdi, evet, uzadı yankın nefesinle
yukarıya ama gökyüzüne değil
uzaklaşıyor yankın, bu güçlü oluşundan
bağrışın
halkalar iç içe
genişçe bir dağı içine almış çoktan

helezonik haykırışın
kapsıyor da
yine de alçalmakta
yere yakın gidiyor
sallantıda
sanki topluyor, katıyor kasırgasına
alçalmakta
hissediyorum yükseliyor
kapıyor kapılıyorum
kendi bildiği gibi sürükler
sürüklenirler
bunun neresi iyi

her şeyi yoluna sokmuş gibi gidiyor
23 saniye boyunca
arafa

12 Temmuz 2014 Cumartesi

*everything in its right place

her şey yerli yerinde -mi?
her şey her şey her şey
gri dalgalanmalar üzerinden
akışıksız ve sonlu
düzlemine tam oturaksız
sallantıda
duyabileceğin seviyede olsa rahatsız edici olurdu
evet, herkes herkes herkes nerede
ve ne söylemeye çalışıyor
görebildiğin ancak parmaklıklararası
-parmaklıklararası-
-tepetaklatepetaklatepetaklak-

5 Temmuz 2014 Cumartesi

-burada bir olay


  Yamuk evler arasında doğrulduğum sokaklar var. Penceresiz bir balkondan sokağa atlayıp sağa sola bakındığımı, sonra neden yakalarımı kaldırdığımı iyi hatırlıyorum.

 -Burada bir olay yok

  Eyvah! Ya da eyvallah. Vaatsiz ilerle. Gözüne takılan taşı tekmelemeden milisaniyler önce

 -Kimbilir kimin tepelere çıkardığı da
  Belki dönüş yolunda altında kaldığı-

diye  düşün. Zaten ne zaman bir şey yapmadan önce bu kadar düşünsen o şeyi yapmıyorsun, yapamıyorsun.

  Eylem hali keskin bir karar verme biçimi. Sen sahaya çıkmadan önce tarafsızlığın ve kararsızlığın izdüşümündesin. O yüzden bırak gol atmayı çimlere bile dokunamıyorsun. Geçelim bu faslı da sokağa dönelim. Orada yürümek çok ciddi bir eylem sayılmaz, bir de devam edebilsen.

  Tekrar sokaktayım. Kafamda devamlı “ilerle ilerle” marşları. Eşlik etmiyorum haliyle. Yürüyerek bitmezmiş gibi geliyor. Biri gelip de  sevdiğim kadının bu sokakta değdiği yerlere vekalet verdiğini söylese onu derhal referans kabul edip toza bulanırım metrelerce. Sokağın da hayli geniş olduğunu anlarım böylece. Bu kadın kafamı meşgul kılıyor ama sokağı bitirmeme hiç yardımcı değil. Adımlanarak dahi bitirilemezmiş gibi geliyor. Buraya nasıl geldiğimi iyi hatırlayamıyorum artık. Çıkışın bir pencere yardımıyla olacağını hissediyorum.

 -Burada bir olay çıkmalı

  Bir pencere arayışı, tüm düşünce fonksiyonlarımı bertaraf etti, yalnızca yürüyor ve bu sokaktan çıkmayı ümit ediyorum. Ancak güç bela durduğumda üşüşüyor aklıma daimi şüphe ve yanılsama ihtimali. Ya başka sokak yoksa? Ya başka bir sokak olmadığı için buradan çıkamıyorsam? Ya burası da bir sokaktan çok sokak tasviriyse? Bu tasvirlerin, bu sokak tasvirlerinin neresindeyim, neresindeyim kendimin?

  Kendi kendimin gerçekliğine şahit olduğum anda hissettiğim acı, neyin gerçek neyin illüzyon olduğuna dair beraberimde getirdiğim birtakım soruyu da ortadan kaldırdı. Etrafa göz gezdirirken görüş mesafemi dikine kesen blokların geniş bir arazide tek başlarına kalmış gibi durduğunu fark ettim. Sanki göremediğim arkalarında göz hizasını da aşan uzun uzadıya tarlalar vardı aşmayı hiç düşünmediğim ancak göz ucuyla birkaç saniyeliğine ayak basabildiğim. Aklım, tek ayak üzerinde seker gibi yapıp yerin sağlamlığıyla bileğimin beni kaldırabilirliğini test ettiğim zor bir yokuşun dik bir kaldırımında. Sokağa yönelik bir umudum kalmıyor. Artık her an kabullenmenin o dibe çöküş anı.

  Yorgun başladığım bu yolda ilerledikçe aksi beklenmeyecek halde daha da yorulduğumdan yürüyerek gidilemeyecek her yeri haritadan çıkarmalıyım. Magmanın katılaşmış en rezil hali olarak münasip bir sapak bulup yoldan çıkmalıyım.

 -Burada bir olay çıkmadı


3 Haziran 2014 Salı

vesayetinden kurtulmaya kaç gerekli vesait

  -Unutmaya nereden başlanır?

  Her şeyde olduğu gibi unutmaya da bir soruyla başlanır. Evet, unutmaya nereden başlanır? Çoğunlukla sesten, yüzle devam eder bu süreç. Bir süre daha rüyalarda gözükür sessiz olarak.

-Ben bu bahsi kaçırdım
Dönüp dönüp arkamda kalarak-

Zaten bütün bir halde gezemem. Bir parça kendini ileriye atarak devam ederken bir parça da ona –mecbur- bağlı sürükleniyor peşi sıra. Kendi yakamdan tutup kaldırmalıyım kendimi. Bir kadın ne bir kurtarıcı ne de mutluluk kaynağı olabilir yazmalıyım defterime. Devamını da getirmeliyim “Duyumsamalarla yaşayanlar için yanılsamalar sürpriz birer algı olmamalı”

  Bir itirafta bulunmalıyım, herhangi bir defter yok. Sayısı yüzü bulmayan adette teksir kağıdı işimi görür daima. Haliyle dağınımdır. Bu konudan pek şikayetçi olmasam da teksir kağıtlarının azaldığını fark edince son 15 yılda Zonguldak’taki tüm trafik kazalarına üzülmüş kadar olurum. Çok kaza görmekle birlikte çok kazaya da kurban gidiyoruz bir şekilde. Yine de notlarıma dönmeliyim, haliyle odama. Odama ve odamdaki küçük aynaya dair yazdığım nota:

“Varlığımın kimseye güven vermemesi sandığımın aksine beni hafifletmiyor. Odamdaki küçük aynanın artık göremeyeceği silüetlerin belli belirsiz gözlerinde çoktan bir hayal kırıklığına doluşuyorum. Buna müteakiben tüm kadın organizmasından anlık nefretler sonucu oluşturduğum noktaları birleştirince tesadüf olmayarak yine bir kadın silüeti elde ediyorum.”

Peki ne yapmalı bu kadın silüetini? Bir kere unutulmaya başlandı ve artık alelade insanlar kategorisine sokulacak – nefret dahi edilmeden. Şunu da hatırlıyorum istemsiz “Kadınlar, ayrılığın idrak edilmesinden çok kısa süre sonra –olabildiğince kısa sürede- ayrılıkla yüzleşiyor ve kendilerine yüzleşecek yeni yüzler aramaya başlıyor.” Gerçekten böyle olmuş. Olmuş diyorum çünkü kendi şahitliğim bile beni şaşkınlıktan muaf tutmuyor. Halbuki insana şaşırmamak gerek’i düstur edinmiştim kendime. İhtimal vermiyor –en azından bu kadar kısa sürede- olmaz diyordum. Allah’ın beni iddiamdan vurduğu bir başka konu da bu oluyor.

  Gece saat 1.48’de Mecidiyeköy’de halen güneş doğmamışken notlarım ve kafa karışıklığım arasında sendeliyorum. Boşluk ve yoksunluk hali. Kalemi elime almıyorum çünkü zaten elimde:

“Hafıza tekrarlarından ibaretsin”

Devam ederken duraksadım, bu kadar küfrün, argonun içinde hala iyi yazıyor muyum acaba diye düşündüm. Kimin umrundaydı ki hem. Sonra –ilerleyen zamanlarda yırtıp atacağım- yazdığı bir şiiri gördüm panoda. Hemen müdahale ettim kendimce “Denize doğru öldükleri yok bu martıların, hepsi sinsice kendilerini içerimizde katletmekte”
Sikmişim martılarını dedim, hiç sevmem cenabet hayvanı. Ara sıra bayat ekmek atarım o kadar. Unutmaya çalışırken sordum

“Vesayetinden kurtulmaya kaç gerekli vesait”

Elbet cevaplayamaz ancak çukurumuzun başından bizi selamlayabilir kadınlar. Bana öyle geliyor ki bizi bir çukurdan çıkarıp, bir diğerine kadar götürüp atmakla mükellefler. Yine de delip geçmek yerine etrafından dolanmayı seçtim. Fakat artık başka çukurlarla ilgileniyor, belki de kurtardıkları delip geçecek onu. Bunlar temenni değil yalnızca belki’de kalıyor.

  Sendeliyorum hala, nedenini elimde tuttuğum kağıda yazmışım çoktan:

“Hayatın onsuz devam ettiğinden bihaber yalpala dur. Öldüğünü bilsen ilk acı şoku kabuklarını parçalar sen de toplamak için yıllarını verirsin. Bu yoksunluk ilerleyen zamanda ritüele çevirir kendini. Lakin yaşadığını, bir yerlerde birileriyle bir şeyler yaptığını bilmek; durmaksızın devam eden bir dürtme ve acabalar silsilesi. Acaba, acaba, acaba. İlerlediğin yolda sürekli bir kasis hali, sallantıdasın daima.”

Dediğimi tekrar ediyorum, sallantıdayım daima.

 Bu şekilde durmaksızın notları karıştırıyorum. Yıprandığımdan ve bir değil iki tanesi geri gelse bu durumu toparlayamayacağından, elbet sayı arttıkça gelme ihtimalinin artmayacağından ihtimaller haricinde bahsediyorum. Tüm anılarımı ona ikişer üçer kez anlatıp tükettiğimi, Gümüşsuyu’nda adını yazdığım kapının –barikatlar arası- çoktan silindiğini ve daha nicelerini bulup çıkartıyorum şu şiir dahil olmak üzere:

“Aksaray’da uzunca bir yürüyüş
  büyükçe bir karakol
  o karakolun önünde ben
  sana sarılarak feragat ettim kendimden
  seyahat ettim ne zaman ineceğimi bilmeyerek
  vagonları senle yüklü bir trenden

  şimdi benim sana temasım namümkün kılınıyor
  bana ancak tek bir yol kalıyor
  rayların üstünde durarak
  temaşaya veriyorum aklımı
  durmanı değil yavaşlamanı istiyorum ancak
  namümkünün en üst mertebesinde
  paslanıyorum”


-kalbimi değil ritmini söküp atmam gerek

  Kafamda hala birkaç soru var. Bunları sormalıyım çünkü ses çıkarmadıkça içimde kırılmasından bıkkınım. Bunlardan bir tanesi acaba ona da benim adımla seslenir mi büyükçe bir hastane bahçesinde, bir diğeri ise daha büyük bir cevapsızlık manasına gelecek “neden?” sorusu. Yine de kendimce nedenleri notlarım arasında buluyorum:

“Daha önceden de bahsettiği gibi biri bitmeden diğeri başlıyor, içerinde ihanet ve ilgi düşkünlüğü var. Kendini fazlasıyla adıyor ve tam karşılığını alamadığını düşündüğünde savunma mekanizması olarak bunları kullanıyor. Yanlış seçimleri ve geçiştirmeleri onun kaderi. Eğlenmek için yaptığını söylediği şeyler dahi pişmanlıktan öteye gidemiyor. İnatçı ama bunu bir erdem olarak görüp görmediği meçhul. Gemileri yakmak onun için işten bile değil, denizlerin de yanabileceğinden haberi yok. Sanırım aramızdaki düzlemi yani denizi içten içe yaktım, o da gemileri göstere göstere”

Sözlerim herhangi bir kalbi tetiklemeye yetersiz. Artık sorulara ve cevaplara edilgen bir konumdayım.



                                                                      

                                                      “Ama belli ki sonundayız her şeyin
                                                       En sonunda"
                                                                                                                
                                                                                    Edip Cansever


7 Mayıs 2014 Çarşamba

apartmanların loş kapıcıları

apartmanların loş kapıcıları bir de boşluklarında çürümüş intihar vakalarına rastlanır, bu olağandır, normalleşmiştir hatta birkaç adım ötesine geçilmiştir. toplumun bunu bağrına bastığı, içselleştirdiği ve hatta geleneğe çevirdiği söylenir,apartmanda yaşayan 14 yaşındaki her kız boşluğa atlamak için babasından izin almaksızın gün saymaya başlamıştır,onlar için görevimizi yerine getiririz, cenaze tertipleriz, gençlerimiz pide dağıtmak gibi kutsal görevlerle kutsanmış bu görevlerde. 5-10 lira ceplerine konur, kulak arkaları sigara görsün diye. onları asıl sevindiren bu işi hayrına yapmış olduklarıdır ki aslında gerçekten inandırmışlardır kendilerini birkaç fazladan sevaba. bu gençler kız olsalardı muhtemelen ilk sigaralarını içemeden apartman boşluklarında yerlerini alırlardı, bu gençler erkek oldukları için genelde apartmanın az ışık gören, kulak arkasında sigara veya kalem bulunan ev işinden de anlayan, süt-ekmek-gazete üçgeninden taşmış ve kesinlikle kız evlat sahibi birer apartman mühendisleri olmuşlardır, apartmanların sakinlerinden çok bu kapıcılardır sahipleri. 

apartman dairesi temele yakın olur, köküne sahip çıkar apartmanın. bu kapıcıların 14 yaşında gecekonduda yaşıyor olmalarından mütevellit henüz ölmemiş karıları da vardır.ölmemiş olmanın acısını takdir edersiniz ki apartman sakinlerinden çıkarırlar, en azından biz apartman sakinleri yalnızca bize davranışları oranında onları kötüleyebiliriz. merdivenler pismiş temizmiş bizi pek ilgilendirmez. çöplerimiz kapının önünden alınır buna ancak eyvallah ederiz de onların gerçekten nereye gittiğini bilebilir miyiz? çöpe gitmediklerine garanti verebilirim. bu yüzden apartmanın temelini yalnızca demir ve harcın oluşturmadığını düşünüyorum bir zamandır. kapıcı karılarının bize yaşattığı on kötü dakikayı bir şekilde silebiliriz hafızalarımızdan, peki kapıcılar neden loştur? bunda kapıcı karılarının etkisi olduğunu düşündüğümüzü en azından iç geçirdiğimizi varsayıyorum. tabii ki kimsenin günahını almak istemezsiniz-istemeyiz, eminim yeterince ağırlığınız-ağırlığımız vardır bu konuda lakin ben tekrar apartmanların temellerinin neden oluştuğunu, kapıcı dairelerinin neden temele en yakın daire olduklarını ve çöplerimizin gerçekten ne yapıldığını merak etmem konusuna geri dönüyorum. bana pis komplocu elitist orta sınıf demeden önce düşünün-düşünelim. bunları bana yakıştırmadan önce aynı seviye-deydik ve neden olmasın tadında paslaşmalarla orta sahayı geçmiştik beraberce. şimdi sakın arkadan yatarak müdahaleyle topu ayağımdan alıp bana kontra-atak yapmaya kalkmayın. maç içerisinde takım değiştirilmez. kaldığımız yere dönecek olursak çöplerimizin ayrıştırıldığını ve buradan neyi sevip neyi sevmediğimizi, yediğimiz şeyleri bitirip bitirmediğimizi, neyi ne sıklıkta kullandığımızı ince ince analiz etmiş ve halinden mutsuz olan kapıcı karıları geliyor gözümün önüne. bu gerçekten tiksindirici olurdu. peki bu ölmemiş olmanın intikamını bizi yerin altında çöplerimizle yaşatarak alan kadınlar hakkında gerçekten dişe dokunur ne biliyoruz? onlarla ilgili soruların bizi bir yere götüreceği yok, peki bizi nereye getirdi? metrobüse ters otursaydık geldiğimiz nokta anlamlı olurdu. 

apartman kapıcımızın mühendislik yetenekleri sınırsız, öyle ki karısının apartmanımızın temelinde biriktirdiği bize ait çöplerle yeni bir apartman ve içine de karısının kullanabilmesi için herhangi bir atlama yaşı sınırlandırması olmayan devasa bir boşluk yaptı, hatta yeri geldi apartmanın balkonlarını sokağa değil bu iç boşluğa bakacak şekilde tasarladı. orası bir ayin bahçesine dönüştü böylece, o özlediğimiz komşuluk ortamının da birbirimizin gözünün içine bakmak zorunda oluşumuza bağlı olarak yükselen bir grafik çizmediği anlaşıldı. durum o kadar kötüleşti ki komşular birbirlerinin etlerini parçalayıp mangal yapma noktasına geldi bahsettiğim içe dönük balkonlarda. krizi fırsata çevirdi apartmanın loş kapıcısı ve kapıcı dairesini bu sefer kendine ait diğer 3 daireyle birlikte en üstteki katlardan seçti. belki artık loş değil ve belki de karısı şimdi manzarayı ya da yörüngeyi çöple dolduracak, çatlak karı, kestiremiyorum ne yapacağını. atlasa da kurtulsak diyorum ama bu sefer çöpü kimin alacağı ve binanın temeline kimin koyacağı konusunda endişeleniyorum. binamızın temelinde çöpe ihtiyaç varmış da olmazsa yıkılırmış gibi geliyor bana, aynı zamanda suratsız ve yaşı gereği çoktan ölmesi gerekirken ölmemiş bir kapıcı karısının gerekliliğini sorguluyorum. onu önce boşluktan itmeli ve yaşı konusunda yetkili yerlere yalan söylemeliyim, cesedini apartmanın temeline gömme fikrinden kapıcıya elbette bahsettim, herkesin kendi çöpünü atacağını da ekledim. apartman sakinleri olarak plastik poşetler içerisine giriyoruz düzenli bir şekilde, birbirimize bakıp çöp kamyonunun gelmesini bekliyoruz. bu bekleyiş ısrarlı ve kaygılı şekilde sürüyor. açıkçası kapıcının yeni bir evlilik yapmasından ve bu apartmandan çöp olarak dahi kurtulamayacağımızdan korkarak bekliyoruz.

16 Nisan 2014 Çarşamba

bir şarkı dinliyorum kadınlardan ve daha çok onlardan bahseden
kaldırım taşlarının onarılma ihtimali beni korkutuyor
ve bu sefer ben kırmamışım onları
sahi ben niye üsküdardayım diyorum
bir bay yanında yanım ayırtılmış
önümdeki 6 saati biliyorum
takım elbise giyen herkes emekli olsun istiyorum anne
kravatlarından tutup fırlatmak yamyamları
kazanlara ve polis karakollarına
şiddetin beşiği ortamlara
iki şerit ortasındayım ve çay mı kahve mi diye soruyor zebani
kadınların dertleri henüz bitmemiş
katlanamıyorum diyorum
itaat tabiata aykırı bir belki de çok kere
ben nerede yalpalıyor veyahut da yanılıyorum
hangi hudutta canımı bavullara tıkabasa doldurup
teslim etmeyi bekliyorum

7 Nisan 2014 Pazartesi

Hikayesidir Adem'in


Adem ahkamı ile yaratılmıştır
Bundandır tersten ya da düzden
Veyahut gaipten
Tuhaf görünür
Urgan elinde değil
Boynundayken

Adem adımını kaderinden sakınmaz
Yekpare görünse de vücudu
Müfreze dolanıp dururken içerinde
Aynı kalmaz
Sendeler Adem'in de ruhu
Telaşa mahal verip hatırlamaz
Babadan miras kalmayan çocukluğunu

Adem görülmüştür bu civarda
Rivayete göre bir eksik kaburgasıyla
Pek çok adımında fazlaca mesafe almakta
Bilmez hiçbir dağın adını
Aştığı ya da henüz aşamadığı
Ne hikmetse Adem
-hikmet dahi yeni bir kelime-
Yürüdükçe görmekte ardını
Keşfetmekte dağların aksine
Bastığı yuvarlağın lisanını

Adem'in yaşı kırkı geçkin
Ve Adem hesap kitap meselesinde işin
Lakin tanrının onu
Bir sorgu odasında beklemediği kesin
Hal böyle iken Adem
Boynundaki urgana bakıp
Bulmuştur kendine en fani kurtuluşu
Fakat hala bilmez
Yediği tek meyvenin
Ona neden yasak oluşunu

4 Nisan 2014 Cuma

gemileri yaktığın zaman
limanları uç uca birleştirip
öyle uzanırsın karaya
elbet tarık buna gücenir
tarih umursamaz takdire şayanlığı
zor işler seni bulmaz
gönüllü olan sensindir
düğümlere ilmek olmaya

velhasıl atlatıp büyük su kütlesini
ana karaymış ya da küçük bir ada parçasıymış
umursamaksızın
dikili gördüğün bir ağaç veyahut da
bir elektrik direği
ne bileyim belki de
dünya ticaret merkezinin temeli
çürüme baştan ve sona kadar
dışarıda da içeride de aldırışsız mihrak
biz nuh'un gemisinden sarhoş olup düşerken
ilahi adalet tecelli etti sandılar:yanıldılar
karaya vurmak için
ayakların kerametinden çok
arşimedin buldum diye haykırdığına ihtiyaç var
nitekim su yutup, onları da bir güzel kusarken
ayıldığını ancak
güneş tepeden seni dikizleyip de
hissetmediğin yerlerini bile yaktığında anlarsın
ve başlarsın ihtiyaçtan da olsa yürümeye
büyüklüğünü bilmesen de ayak bastığının
metrekare hesaplamaları, parseller falan işte
aklına bin türlüsü gelir
bi' yerden atılır temel
kazılır toprak, yakılır ateş, dikilir betonarme
nuh'un gemisi de su almıştı aslında
rivayete aldanır, gülüp geçersin de
medeniyetin en baştan su alan
temellerini attığını nereden bilebilirsin
anlatılanın senin hikayen olduğunu da
bilemeyeceğin gibi

kaldığın yeri hatırlamak için
bir obruk büyüklüğünde ibret gerek sana
yuvarlanıp içine, geri dönmeye çalıştıkça
kuyudaki yusufu hatırla
ve anla insan olmanın acısını
hatıranı yokla, nefesini al, gömleğini arala
çık işin içinden
iş dediysem de arada bir işte aks olarak gördüğün
gördükçe de tufanı hatırlatan sana
kara eylülü hatırlatacak olan aynı zamanda
temelini attığın binaya bir kuş süzülüp çarptığında
saçıldığında etrafa değerli kağıt
hisse senedi, bulamaç ve tomarla para
ses çıkarma
ve kurşunun sana isabet etmesini sağla

29 Mart 2014 Cumartesi

kesintisiz curcuna


imla hatalarından örme duvar
aşınmıyor atlaya atlaya
üstümden aşıp da boyutunu
çehremi bir çatı örtmüyor
buranın hacmi
ben buradayım dediğim an
kendini yokluyor
sürünüm bir boyut şekli bu odada

aralardan soğuk caba
tavanda örümcek caba

esip çarpıp köşelere geri vurduğunda
hissetmediğim bu sertlik
etkisiz toz kaidelerini de getiren beraberinde

neydi çaba?
bulduğunda kapısını çalamayacağın
çalamadıkça da nöbet tutan bir terra cotta
adını bilmediğim bir damarımda adresin
benden ne istersen
ancak onu sana verememekle mükellefim
kaç tane gölgem olabilir benim
ve kaç tane sır kamufle olabilir bana

örümcek eğiliyor kulağıma
"ahenk de illüzyon ahiret de"
allah, diyor, bu dünyaya fazla
vicdan, diyorum, bana fazla
örümceğe dönüp ısrarla
"niye olmasın allah?"
lafzımı bitirmeden daha
sarmalıyor beni ağlarıma
uyuduğumdan dem vuruyor, elbet rüyadan
yaklaştıkça buhran kokuyor
örümcek soruyor
"evin hangi köşesinde ölünmeli?"
uykuda değil, diyorum, uykuda değil
biliyorum o kaya yuvarlanacak
peki gaip kimden yana?

ağlarımı mecalim dahi yok ellerimle aralamaya
"biz yorgun savaşçı mertebesine
beklemek üzerinden ulaştık
henüz savaşmadan"
sözlerim ağır geliyor ona
devam ediyorum rampaları tersine katlamaya
örümcekler diyorum
önceden tutulmuş köşelerinde
-belki miras kalan onlara-
sarmalayarak bir yandan
dünyanın şeklini çalışırlar korumaya

aralıyorum iyice ağları
ışık yüzüme vuruyor
gövdemde kırılıp
düşüyor ardıma